Köşe Yazıları

“Bir ‘O’ Var ki… Sen Onlardan Olma”

Annem bile “o”nun karşısında titrerdi de bizi kucağından ayırmadığından mıdır çok küçükken fark edemezdik işlerin aslını…

Yaşımız büyüdükçe gazabı da artıyordu sanki. Evinin sadece kendi bildiği ve tamam kabul ettiği bir düzeni vardı. Öyle ki evinde arka odaya çivilenmiş gibi yerinden kaldırılmanın yasaklandığı şekerlikler, kolonyalar, yastıklar, danteller yerinden oynadı mı onun da kan beynine sıçrayıverirdi. “O”nun evi kasvet, karşılıksız saygı ve binanın daha sokak kapısından başlayan ve bütün odaları, pencereleri sürekli şişen ama asla patlatılamayan bir balon misali dolduran bir kudret ve güç ile sarıp sarmalanırdı her gittiğimizde.
Üstelik bu gücün tamamen soyut olduğu da söylenemezdi; sahibinin gücünden bitmeye korkmuş kaşlarında, çatlak dudaklarında, havada, asırlık halıda, işlemeli tüllerde, seyrelmiş gri siyah saçlarında, hemen kaş bitimindeki o varlığını kanıtlamak istercesine koyu kahve renk almış beninde bu gücü hissetmek işten bile değildi.
Kimi zaman ağlayacak kadar gerilirdiniz onun karşısında, üstelik bunun için sizinle konuşması da gerekmez varlığı da yeterliydi, sonsuz kahrının sonu da vardı elbet, bekleyebilirseniz lütuf ederdi gülümsemesini, iki tatlı sözünü. İşte böyle zamanlarda kendisi de kendinden sıkılıyor, bu kadarı ona da fazla geliyordur herhalde düşüncesi de alıp götürürdü beni onun gençliğine. Onu incelerken hayallere dalmak… Ne kadar büyük bir lüks onu bu kadar bakabilmek bir anlığına da olsa aslında…

Sadece bunu düşünebilecek bir vakit içerisinde fark ediyorsun, alnının üstünde çatmaktan birikmiş sıra sıra çizgiler… Çizgi değil kitap onlar, aslında birini yakalayabilsek belki anlayacaktık, okuyacaktık onu yaşantılarından. Hem de oluşan çizgiler hayret edince yüzün aldığı şekilde, hayat boyu onu hayrete düşüren ne olmuştu acaba bu kadar iz bırakan, düşündürüp dururdu kendini oysa kafa yormaz insan insana enine boyuna bu zamanda.

Gençken bile yaşlı bakmış o fotoğraflarda… En büyük şok belki de buydu hayatında simasını afallatan; evlendirildiği adam onu küçük çocuklarıyla bırakıp kaçmış, yıllar sonra hiçbir şey olmamış gibi de dönüvermişti. Yoksunluk, acı, yük dolu bu ezici sürecin ardından adamın bir de şu bahanesi vardı ya hani “Vasıta bulamadım”…

“O”, adamı ve beraberinde kalbini olabildiğince uzak tutmayı başarmıştı hayat boyu kendinden. Bunca kaçın kurası zamandan sonra da utanırdı insan iyi niyetinden bile onun, konduramaz, yakıştıramaz olumsuz niteleyicileri gene lakin… Haftalar öncesinde gittiğimizde ise ufak tefek, bedeni iyice yere eğilmiş, cılız bir yaşlı kadın görüntüsüne bürünmüştü hali, nerede laf söylenemeyen “o” şimdi? Çoğu zaman bilirdi de vermeye kalksak cevabımızı, eğlenirdi dile getiremeyişimizle sanki…

Dile getirmek kolay da ağızdan çıkıverdi mi cam kırığı misali toplaması zor, dip köşe kelimeleri. Aslında ona söyleyebilsen özgürce ne derdin desen, düşünüyorum da: ne denir ki…

Birden, elimden çekti aldı yazı kâğıdımı yaşlı bir el… Yere eğik bedeniyle gözlüklerinin içinden gözlerini kısa kısa okudu yazdığımı: Sonra seyrek, çatık kaşlarıyla alnında sıra sıra çizgiler belirdi, afallamış siması yüzünde…
Çatlak dudaklarından sitemler döküldü okur okumaz:
– “Hayır, tabii ki seni yazmadım olur mu öyle şey, senin için böyle şeyler düşünmek ne haddime, senin lafının üstüne laf mı söylenir, estağfurullah, işte böyle bitirecektim yazıyı zaten ben de”.
– “İyi, sen yine kanı beynime sıçratacaksın değil mi! Kolonya hep burada duracak demedim ben sana, nerede gene yeri değişmiş?”
– “B…be…ben unutmuşum, tabii hemen içiyorum, aman getiriyorum…”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu